Şems-i Tebrîzî Kimdir?
Çoğu insanın kıymet verdiği rahatlık, refah ve rütbe gibi nimetlerin onun gözünde en ufak kıymeti yoktu. Kelimelere itibar etmezdi. Ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve diyar diyar dolaşmıştır. Bu nedenle ona uçan Şemsed din denilmiş. Şems diyar diyar gezip sohbetine dayanabilecek bir dost arar. Fakat aradığını bir türlü bulamaz, hiç kimse onu tatmin edemez. Nihayet bir gün rüyasında kendisine bir velinin arkadaş edileceği bildirilir ve bir süre sonra Konya’ya doğru yola çıkar.
Şems Mevlana’yı ilk gördüğünde aradığı dostun o olduğunu anlar. Şems Mevlana’nın atının dizginlerini tutar ve keskin bakışlarıyla,
–Sen Belh’li Sultan’ül-Ûlema oğlu Mevlana Celaleddin misin?” diye sorar.
-Mevlana Evet! diye cevap verir.
–Şems-i Tebrîzî; “Bir sualim var. Hz. Muhammed mi büyük, Bayezid-i Bistami mi?
Mevlana, sokağın ortasında, etrafına toplanan halkın şaşkın bakışları arasında ansızın sorulan bu sualle irkildi. Sualin taşıdığı derin manayı hemen kavramış olan Mevlana, adamın hiç de yabana atılır bir kişi olmadığını o anda anlamıştı. Sorunun heybetinden kendinden geçen Mevlana, kendini toplayınca;
– “Bu nasıl sual böyle? Tabi ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed bütün yaratılanların en büyüğüdür.” Bütün mahlukat ve Bayezid Onun hürmetine yaratıldı” dedi.
– O halde neden Hz. Muhammed ”Ya Rabbi seni tenzih ederim, biz seni layıkıyla bilemedik” buyururken, Bayezid, “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira vücudumun her zerresinde Allah’tan başka varlık yok!..” demekte. Madem biri Allah’a nazaran ufak hissederken kendini, diğeri Allah’ı içinde taşır, bu ikisinden hangisi daha büyüktür sence?”
– “Bu iki kelamı karşılaştırıp, her ne kadar Bistami’nin sözü daha iddialı görünse de, aslında Peygamber Efendimizin sözünün ondan daha ileride olduğunu açıklamaya çalışacağım.” “Peygamber efendimiz mübarek kalbi öyle bir derya idi ki, mana aleminde her an sayısız makamlar aşıyor, her makam ve mertebeyi geçtikçe evvelki bilgi ve makamına istiğfar ediyor, daha çok yakınlık istiyordu. O yüzden Allah, Kuran’da şöyle buyurmuş: Açıp genişletmedik mi senin kalbini? Kalbi böyle genişleyince, yani kabı büyüyünce, doymak bilmez bir susuzluk hasıl olmuş içinde. Boşuna değil, ‘seni lâyıkıyla bilemedik’ deyişi. Hâlbuki kimse Allah’ı onun gibi bilemedi.” Beyazıd-i Bistami ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi, suya kandığından ulaşabildiği ilk makamın sarhoşluğuna kapıldı ve kendisinden geçti. O makamda kalarak bu sözü söyledi.”
Şems-i Tebrizi, bu cevap karşısında “Allah”diyerek yere yığıldı. Mevlana hemen atından inerek Şems-i Tebrizi’yi kucakladı ve ayağa kaldırdı. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin yıllar öncesinden müjdelediği gönül dostuna kavuşmuş, o andan itibaren de bütün yaşamı değişmiştir.
Artık medresede bu iki aşık, hiç dışarı çıkmadan, yanlarına kimsenin girmesine izin verilmeden aylarca sürecek sohbetlerine başladılar. Şems’in sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye bile gitmiyordu.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî zahiri ve batıni çalışmaları devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlana’nın kendi aralarına katılmamasına üzülen hayranları, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan söylentiler konuşmaya başladılar. Mevlana konuşanlara aldırış etmiyordu. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî bir gece aniden Konya’yı terk ederek kayıplara karıştı. 16 ay boyunca hiçbir haber alınamaz.
Bu ayrılık süresince Mevlana tekrar eski haline gelmek, halka ve derslerine dönmek şöyle dursun, kimseyle görüşmez konuşmaz keder içinde yalnızlığa çekilir. aylarca gözyaşı döker gazeller söyler, her gelenden onu sorar, yalan haber getirenlere bile üstünde ne varsa verir, doğru haberi verene canını teslim edeceğini söyler.
Mevlana bir gün Şems’in Şam’da olduğu haberini aldı. Oğlu Sultan Veled’i Şam’a Şems’i aramaya gönderdi. Sultan Veled, babasının dediklerini aynen yaparak Şam’da Şems’i buldu ve Konya’ya dönmeye ikna etti.
Mevlana ile Şems eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Yanlarına Sultan Veled ve kuyumcu Selahaddin ’den başkası girememektedir. Mevlana’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte daha da artmıştır. Artık Mevlana, istenen mertebeye gelmiş Şems’in irşad vazifesi tamamlanmış, daha önce kendisine bildirilen hüküm gereğince başını feda etme zamanı gelmiştir. Mevlana’nın hiç görünmemesinden dolayı Şems’e kızmaya başladılar. Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled’e dedi ki: “Ey Veled! Hakkımda yine gıybet etmeye başladılar. Beni Mevlana’dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!” demiştir.
1247 yılının Aralık ayında, aralarında Mevlana’nın oğlu Alaeddin Çelebi’nin de olduğu rivayet edilen yedi kişi medresenin avlusunda pusuya yatar. Şems-i Tebrîzî bir ara avluya çıkar. Sonra bir “Allah “ feryadı yankılanır gecede… Kapı açıldığında ise, ortalıkta kimseler yoktur. Sadece birkaç damla kan lekesi görülür yerde… Başka da bir iz bulunamaz.
Karşınızdaki insanda Allah’ın tecellisini gördüğünüz zaman duyduğunuz hisse aşk denir. Bu kişiye karşı değil, Allah’a duyulan aşktır. Tecelliye duyulan hisse aşk denir. O tecelliyi taşıdığı için kişiye duyulan hisse de sevgi denir. Mevlana aşkı Şems’in manasında Allah’ı bularak yaşadı. Vücudunda değil. Ancak hakiki öğretmeni bulmuş olanlar bunu anlayabilirler. Vücudunu sevmiş olsaydı onun adı aşk olmayacaktı. Mevlana da Mevlana olmayacaktı. Onun için bugün kim kimin vücuduna hayransa veya ondaki ilme, bilgiye hayransa, ondaki hakikate hayran değilse onun adına aşk denmez. Cezbe olabilir, ihtiras olabilir yahut kendisine dönük olan sevgi olabilir.
Mevlana’yı, Mevlana yapan; Şems’in hakikatinde Allah’ın manasını görmesidir. Görmeseydi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî olamazdı…